Rufai Tarikati Şeyhi ve Bahaddin Gazi Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Başkanı Hacı Mustafa Poyraz hakkın rahmetine kavuştu.

Hacı Mustafa Poyraz Efendi  bugün öğle vakti Karabük  Eğitim ve Araştırma Hastanesinde vefat etti.

Vefatının duyulmasının ardından Rufai Tarikatına gönül veren yurt içindeki ve yurt dışındaki onbinlerce kişi üzülürken, cenaze merasimi için çok kalabalık bir katılımın olması bekleniyor.

Hacı Mustafa Payraz'ın Cenazesi 25 Temmuz Salı Günü Karabük Kent Meydanında öğle namazına müteakip kılınacak cenaze namazından sonra Karabük Köyü Mezarlığına defnedilecektir.

  Hacı Mustafa Poyraz Efendiye Allah’tan rahmet, sevenlerine ve ailesine  başsağlığı dileriz. Poyraz'ın bıraktığı bayrağı Hasan Küçük'ın devraldığı öğrenildi.

İşte Hacı Mustafa Poyraz Efendinin hayat hikayesi;

Mustafa Boyraz Efendi 1930 yılında Sivas’ın Gürün ilçesi Yazyurdu köyünde doğdu. Babası Abdülkadim, annesi Gülnaz hanımdır. İlkokulu kendi köyünde okudu. Kur’an-ı Kerim, ilmihâl ve siyer derslerini hem babasından, hem köylerindeki hocalarından aldı. Evlenme çağı geldiğinde Döndü hanımla evlendi, bu evlilikten altı çocuğu oldu. O, doğuştan Hakk’a âşık doğmuştu. Çocukluk ve gençlik çağında da vakûr, kemâl vasıflarını taşıyordu. Zahirî ilimler onun yüreğindeki ateşi söndüremiyor, nerde bir ehlullah, bir zikir meclisi bulsa oraya koşuyordu. Kendisini vuslata kavuşturacak bir mürşid-i kâmil arıyordu. Tarlada ekinleri ekip biçerken Rabbini zikrediyor, koyunları güderken yanık sesiyle ilâhiler okuyordu …

1944 yılında ailece Kayseri’ye yerleştiler. Burada dört kardeş ticaret işiyle meşgul oldular. Kayseri aynı zamanda bir ilim merkezi idi. Ağabeyi Yakup Efendiyle hem ailesinin rızkı için çalışıyor, hem de zâhirî-bâtınî ilim arayışlarını sürdürüyorlardı.

Nihayet askerlik çağına geldi. Acemi birliğindeki başarısı ile kendisi asker polis (o zamanlar böyle bir uygulama varmış) o k görev yaptı. İstanbul Kadıköy Kuşdili Karakolu’nda askerlik görevini sürdürürken, dönemin meşhur Nakşi şeyhi Hacı Sami Ramazanoğlu (k.s.) (1892-1984) ile görüştü. Ancak nasibinin burada olmadığını öğrendi.

1951 yılında sevk-i ilâhi ile Ankara’ya hicret ettiler. Ankara’da Gülveren semtinde dört kardeşe (Yakup Efendi, Mustafa Efendi, Hasan Efendi, Cuma Efendi) dört ev inşa ettiler. Burada manevî hayatlarının en büyük izlerini taşıyacak Ankara yılları başlamış oldu. Samanpazarı mevkii İtfaiye sokaktaki işyerinde hazır elbise alım-satımı yapıyorlar, namazları Hacı Bayram-ı Velî Camii’nde kılıp, Hz. Pîr’in türbesini ziyaret ediyorlardı.

Yıllardır Haremeyn (Mekke ve Medine) aşkı, Beytullah özlemi ile yüreği yanıp kavrulan Mustafa Boyraz 1965 yılında Hac fârizâsını ifâ etti. O artık çevresinde “Hacı Mustafa Efendi” o k tanındı.

Soğuk, ayazlı bir Ankara akşamında sıcak bir dergâhta buldu kendisini. Burası Çorumlu Rufâî şeyhi Hacı Mustafa Anaç (k.s.) hazretlerine bağlı bir Rufâî dergâhı idi. Dergâhı o günlerde Esat Efendi (nakîbü’n nukabâ) yönetiyordu. Buradaki zikir meclisinde kendinden geçmiş, aradığı mâneviyâtı bulmuştu. Nihayet bu dergâhın sahibi meşhur Çorum’lu Hacı Mustafa Anaç Efendi’ye mülâki oldu. Çorumlu Efendi Hazretleri altı tarikattan (Rufâî, Kâdirî, Bedevî, Desûkî, Şâzelî, Nakşî) icâzetli, yed-i sahih bir mübârek, bir nur âbidesi, asrın kutuplarından bir zât idi. Mustafa Boyraz Efendi yıllardır aradığını bulmuş, âşık mâşûkuna kavuşmuştu. İçindeki manevî ateşi söndürecek, kendisini Mevlâya vâsıl edebilecek bu mürşid-i kâmile intisap ederek itminâne erdi. Ankara’da şeyhinin emriyle yıllarca dergâha hizmet etti. Önce Esat Efendi yanında dergâh çavuşu sıfatıyla Ankara’nın kâh kavurucu sıcağında, kâh kara kışında dervişanı kapı kapı gezip toplayarak hasbî o k çalıştı …

Çorumlu Şeyh Efendi, kendisini Seyr-i sülûka koydu. Allah’ın izniyle seyr-i sülûku başarıyla tamamladı. Çorumlu Efendi hazretleri kendisini Esat efendiden sonra, önce “nakîb” sonra “nakîb-ün nukabâ” görevleriyle Ankara dergâhının başına getirdi. Ağabeyi Hacı Yakup Efendi de yanında nâkib o k hizmet veriyor, yanık sesiyle söylediği ilâhilerle dergâha ayrı bir renk katıyor, bâzen ağlatıyor, bâzen de lâtifeleri ile tatlı tebessüm ettiriyordu.

1971 yılında Çorumlu Hacı Mustafa Efendi ile beraber kendisi ve dervişân Hac fârizasını ifâ etmek üzere bir otobüsle Hac Seyahatine çıkarlar. Kış mevsiminin en soğuk günleridir. Cilvegöz Hudut Kapısı kapalı olduğu için uzun ve meşakketli bir yolculukla Ağrı Doğubeyazıt sınır kapısından geçmek üzere bu ilçeye gelirler. Otobüsün motorini donmuştur. Bir otelde üç gün kalırlar. Onların bu sıkıntısından Ankara’da bulunan Hacı Yakup Boyraz Efendi (1923 – 10.06.2004) haberdar olur ve bu durumdan çok müteessir olur. Gözyaşları ile aşağıdaki dizeleri yazar. Dergâhta yanık sesiyle okur, ağlar ve de ağlatır.

Büyük bir aşk ve şevkle yapılan bu hizmetlerle Ankara Rufâî dergâhı her geçen gün büyüyor, halka-i zikir meclisleri evlere sığmıyor, kandil geceleri câmiler de yetersiz kalıyordu. Özel gecelerdeki zikirlere Ankara’daki devlet adamları, milletvekilleri de katılıyorlar, onların taleplerini de kıramayarak bazen Rufâî bürhânı da yapıyorlardı. Kendisi sık sık Çorumlu şeyhinin ziyaretine giderek O’nun emirlerini, tavsiyelerini alıyor, şeyhine büyük bir iştiyakla bağlanıyordu. Çorumlu Mustafa Efendi de kendisine çoğu kez seyahat görevi veriyor, Anadolu’nun birçok şehirlerine giderek oradaki susamış gönüllere bir damla da olsa su vermeye çalışıyordu. Böylece birçok şehirde dergâhlar tesis oluyor ve bunun manevî hazzını yaşıyordu.
1977 yılında Hac fârizâsını edâ ettikten sonra Çorumlu şeyhini ziyaretine gitti. Bu ziyârette Efendi Hazretlerinin emri üzere Karabük’e hicret etti. Hâlen(2014) Karabük’te ikamet etmekte olup, kurucusu olduğu Bahaddin Gazi Eğitim ve Kültür Vakfı’nın mütevelli heyet başkanıdır.

1984 yılında Şeyhü’l Meşâyıh Çorumlu Hacı Mustafa ANAÇ Efendi’nin Hakk’a yürümesinden sonra Mekke’li  âlim, fâzıl bir zât olan Kadirî – Rufâi – Şâzelî – Nakşibendî – İdrisî – Ticanî – Sühreverdîşeyhi Seyyid Muhammed Mâlikî hazretlerine bağlandı. Hacı Mustafa BOYRAZ halen Rufâi - Kadirî Şeyhi o k tarîk-i âliyyeye hizmet etmektedir. Allah (c.c.) ömrünü uzun eylesin.

* * *
Karabük’ün manevi önderlerinden, Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, Karabük’ün ve ilçelerinin unutulmuş manevi şahsiyetlerine vefâ olmak üzere, onları gündeme getirip manen iletişim kurmak anlamında önemli görevler yapmıştır, Allah razı olsun.

Allah dostlarından, Horasan evliyalarından biri de, Safranbolu sınırları içinde bulunan Göğeren (Göğe eren) türbesinde medfun Abdullah Efendi’dir.

Abdullah Efendi’nin türbesi Safranbolu-Bartın yolu üzerinde Orman İşletme Parkının da bulunduğu alan içerisinde, yüksekçe bir tepede, birkaç hanelik bir köyde bulunmaktadır. Her yıl hıdrellez şenlikleri yapılırdı, zannederim halen yapılmaktadır. Bu tür toplantı, anma günleri için Sosyal tesisler yapılmış..

İşte böyle bir hıdrellez (veya panayır) günü, çok kalabalık bir katılımla, Hacı Mustafa Efendi’nin manevi önderliğinde, Göğeren Türbesi’ne varılır. Kurbanlar kesilecek, dualar edilecek, manen teçhiz olunacaktır.
Bundan sonrasını, Karabük’ün tanınmış esnaflarından, Karabük Belediye başkan vekilliği de yapmış olan Talât Üçer’den dinleyelim:

“Türbeye varmadan önce, Hacı Mustafa Efendi dedi ki hazır bulunan ; “Kabrin başına varınca, bilinen normal mezarlık gibi, “esselamu aleyküm ya ehli kubûr, ve aleykümselam ya ehli dünya demeyiniz, sadece birinci bölümü söyleyiniz. Yani “Esselamu aleyküm ya ehli kubûr!” deyiniz. “O selamımızı alır. Onlar ölü değildirler. Biz öyle sanırız.” der. Ben de (Talat Üçer) Türbeye girince içimden geçirdim ki; “Ölü ölüdür. Ne farkeder. Selam verdim, karşılığını da kendim tekrar verdim. Hacı Mustafa Efendi’nin hilâfına hareket etmiş oldum.”

Akşam eve geldik. Yattık..
Lakin, o da ne? Rüyamda, Göğeren türbesindeyim. Türbenin sanduka başlığından sarıklı yerden bu zat çıkıyor, beni dehşetli bir sîgâya çekiyor. Müthiş korku içerisindeyim.. “Sen nasıl olur da bize ölü dersin?” deyip deyip, beni sıkıştırıyor, bunaltıyorlar, darp ediyorlar.. O sırada (yine rüya halinde) Hacı Mustafa Efendi geliyor.. “Lütfen sakin olunuz.. Olmuş bir hata.. Affediniz..” diyerek yatıştırıyor.. O mübârek zât tekrar kabrine giriyor. Uyanıyorum.. Ama, üzerimdeki atlet terden sırılsıklam olmuş.. Sıksam su akacak.. O şekilde.. Anladım ki, bu mübarekler ölü değil, biz ölüyüz.. ..” diye anlatırken, Talât Üçer hâlâ o anı yaşıyor gibiydi.. (Mehmet Ali AKTAR)

* * *
Mustafa Boyraz Efendi anlatıyor:
Şeyhim zamanın kutbu idi. Biz Ankara’da ikamet ederken Efendi hazretleri Hacı Yakup Efendi (ağabeyim), Hacı Osman Efendi (Kayserili) ve bu fakiri seyr-i sülûka koydular.
Herkes kendi hücresinde seyr-i sülûk yapıyordu.
Seyr-i sülûkta iken mânâ âleminde bir gün Çorumlu şeyhim Hacı Mustafa Efendi Hazretleri içeri girdi.
Gözlerinden iki nur çıktı. Beni aldı. Arşın üzerine çıkardı, gezdirdi, geri getirdi.

* * *
Yine anlatıyor:
Bir sahadayım. Bir trenden indim. Bir taksi duruyor. Takside ……. Şeyhi ………. Efendi. Çorumlu Efendi Hazretleri:
- “Gel oğlum onun icazeti yok!” dedi.
Beni aldı, götürdü.
Hafif kar yağmış. Bir çimenliğe götürdü.
Az akan su yerden içeceğim burada 6 adet göze var.
“Bu Rufâî, bu Kadiri!.. Şimdilik bunlardan iç. Sonra diğerlerinden!..” dedi.

* * *
Yine anlatıyor;
Kızım Necmiye Çorum’a gelin olmuştu. Necmiye’nin bir akrabası bana anlattı:
Çorumlu Efendi Hazretleri, “Arkam sıra gelin!” dedi. Bir merdiven kuruldu. Efendi hazretleri arşı âlâya çıktı. İkinci merdivenden Hacı Mustafa Boyraz Efendi çıktı. Üçüncü merdivenden ise ben çıktım. Lâkin ikinci basamakta kaldım.

* * *
Hacı Mustafa Boyraz anlatır:
Turuk-ı Âliyye’de İnsanları Vartaya Düşüren

RUHÎ HASTALIKLAR
1- Makam – mevki hevesi
2- Haset ve kibir
3- İhvanı küçük görmek
4- Üstâdına muhabbet etmemek
5- Emirsiz usullere birşey ilave etmek
6- Kendinden üstüne küstahlık etmek
7- Nisâ taifesiyle çok sohbet etmek
8- Verilen emire riâyet etmemek
9- Üstâdı ve büyükleriyle laubâli olmak
10- Herşeyi ben bilirim demek
11- Üstâdının ve vazifelinin noksanını aramak
12- Verilen hizmeti inkâr etmek
13- Feyiz alamıyorsa, onu kendinden bilmemek
14- Kendinde olmayan birşeyi varmış gibi konuşmak.

***
Allah’ım ziyaretlerinizi kabul etsin. Niyetlerimizi, amellerimize uygun eylesin inşallah. Cenâb-ı Hak (c.c.) Târik-i Muhammediyeden, tariki mustakimden bizleri ayırmasın. Kardeşlik sevgisi, muhabbet bu yolda var. Başka bir yolda bulamazsınız. Çünkü menfaat girer araya. Menfaat girince araya maneviyatı öldürür. Sevgiyi de, muhabbeti de öldürür ve hiç bir şey kalmaz. Maneviyatı ancak madde (yani menfaat) öldürür. Allah, kendisi için birbirini sevenlerden eylesin. Cebrail aleyhisselam, Aleyhisselatu vesselam Efendimiz’i Miraç’ta gezdiriyordu. Cennetten güzel ve büyük köşkler gösterdi. Peygamber Efendimiz aleyhisselam “Bu köşkler, hangi peygamberlerin?” diye sordu. “Hayır, Ya Muhammed. Nebilerin değildir. Bu köşkler senin ümmetinindir. ” dedi. Peygamberimiz aleyhisselam “Ümmetimden hangileri içindir?” diye sordu. “Allah için birbirlerini sevenlerindir.” diye karşılık verdi Cebrail aleyhisselam.

İşte sevgi Allah için olmalıdır. Birbirimize işimiz düşebilir ve hatta olumsuz netice de elde edebiliriz. Ama buna sevgimizi de dahil edip, sevgimize de zarar vermemeliyiz. İnsanlar diyorlar ki; “Ben arkadaşımı çok seviyorum. Ama benim bir işimi bile görmedi”. Böyle diyip sevgiyi bitirmemelidir. Bu sevgi Allah için değildir ki zaten de devam edemedi ve böyle olacağı belliydi.

Allah için seven/sevilen, dünya sevgisini koymamalı kalbine…
Madde lazım. Para da lazımdır. Ne diye lazımdır? Ankara’dan, İstanbul’dan buraya arabayla gelmeye yakıt lazım. Bunlar için lazım o k kullanmak gerek maddeyi/parayı. Şu gömleğin dışarısında olmalıdır para… Gömleğin altında bir et parçası var. O da kalptir. Kalpte para sevgisi olursa; Allah sevgisi, Rasulullah sevgisi, insanlık sevgisi , maneviyat sevgisi azalır. Para lazımdır, lazım o k kullanmalıyız. Kaldırıp atılmaz da, sevgisi de kalp içerisine de koyulmaz da…

Allah, sevgisini kalbimizden ayırmasın. Allah hepinizden razı olsun.
Onu dile getiriyor bunu söyleyen zât. Bunu söyleyen zât serhoş gezer, serhoş yaşarmış. Sivas’ta İsmail Hakkı Toprak Hazretleri varmış. Nakşibendi Şeyhlerinden… O zatın sohbet meclislerine Vekâle ismini verirlermiş. Bir vekâlede toplanmışlar, bunu yazan zâtta girmek istemiş. “Sen serhoşsun, giremezsin” demişler. O zamanlarda evin tavanını ağaçtan yapıp, toprak serpmişler. Tavanda bir insan sığacak kadar pencere varmış. Tavana çıkıp sohbet meclisinin ortasına kendisini atıvermiş. Şeyh Efendi’nin önüne düşüvermiş. Hiç te bir şey olmamış. Cenab-ı Hak muhafaza etmiş. Şeyh Efendi de yüzünü, gözünü silip yanına alıp, oturtturmuş. Sefil Ali Şeyh önünde tevbe istiğfar etmiş.

*** (Bir ilahi okunur)

Lütfuna muhtacım yüce Penahım
Affına mazhar kıl bari Allah’ım
Baştan ayağa dek dolu günahım
Yalvarırım ağlar hu deyu deyu

Hazan edip soldu baharın rengi
Hakkı sevenlerin bulunmaz dengi
Nefsimle eylerim Kerbela cengi
Yanarım yüreğim su deyu deyu

Nere gidem bu dertli baş ile
Dövmek gerek beni katı taş ile
Seherde dökülen kanlı yaş ile
Ağlarım günahım Hû deyu deyu

Nefse uyup bindim gaflet atına
Dönemedim asla bâtına
Bir gün iletirler Hakkın katına
Al günahkâr kulun şu deyu deyu

Nice bir zamandır bu gönlüm yasta
Aşkına düşeli ben oldum hasta
Ararken dostu buldum Sivas’ta
Yanıyor yüreğim dost deyu deyu

Mecnun oldum cemalini görünce
Kaybettim aklımı yerli yerince
Affet bizi huzuruna gelince
Sefil Ali’nin işi bu deyu deyu

***
Burada çok manalı şeyler söylemiş bu zât. “Nefsimle eylerim Kerbela cengi.”. Kerbela cengi o kadar şiddetli olmuş ki; 11 gün su içememiş Ashab-ı Rasulullah, Ehlibeyt-i Rasulullah. İmam-ı Hüseyin Efendimiz 3 defa gitmiş Fırat nehrine… Mervan’ın askerleri de suyun kenarını tutmuş. İmam Hüseyin Efendimiz suyu kabına daldırmış ama kendisi de içmemiş. Geri dönerken, askerler kendisine ok atıp, su kabını delmişler. Böylece kendisine susuz Kerbela cengi yaşattılar. Allah’ım şefaatlerine nail eylesin.

İşte bu beyitleri de O söylemiş. “Ararken dostu buldum Sivas’ta” diyor ya… Demek ki serhoş da olsa içerisinde olduğu için birşeyler arıyormuş. Cenab-ı Hak öyle tecelli etmiş. Onun için büyükler bir serhoş gördüğü zaman derlermiş ki; “Ya Rabbi bu bir üzüm suyu içmiş, kafasını biraz karıştırıp, hastalanmış. Yarın tevbe istiğfar eder, sana layık bir kul olur. Ya benim halim nice olur?”
Allah dostunun düşüncesi bu. Bir çocuk görse; “Ya Rabbi, bu çocuk büyür, yarın bir gün salihlerden, evliyaullahtan olur. Ya benim halim ne olur?” dermiş. Kendi iyi ve güzel hallerini öne çıkarmamışlar. Daima kendi nefislerine muhalefet etmişlerdir. İşte nefisle yapılan mücadele Kerbela cenginden daha da şiddetlidir.

***
Ben 14-15 yaşlarında idim. Kayseri’de yaşıyordum. Yıl 1944-45 işte. Kale’nin içerisinde dükkanımız vardı. Orada tarikat ehl-i kâmil insanlar bulunurdu. Bir gece bir rüya gördüm. Kale’nin burcuna doğru çıkmışım. Timsah gibi bir hayvan kalenin burcuna tırmanıp çıkmaya çalışıyor. Bende tekmeyi vurup timsahları aşağıya düşürüyorum. Onlar aşağı düşünce tekrar yukarı doğru çıkmaya koyuluyorlar. Ben de tekrar tekmeleyip aşağı düşürüyorum. Düştükçe yukarı çıkıyorlar, yukarı çıktıkça da aşağıya tekmeliyorum. Uyandığım zaman öyle bir terlemiş ve suyun içinde kalmışım ki…

Mustafa Amca isminde olgun bir amca vardı. Kendisini ziyaret edip, elini öptüm. “Ben bir rüya gördüm Efendi Baba.” dedim. “Hayırdır, inşallah?” dedi. Kendisine rüyamı anlattım. Rüya şöyledir deyip direkt tabir de etmedi ama şöyle bir şey anlattı:
“Ben İskenderun’da askerdim. İskenderun’da yeni bir gemi limanı yapıyorlardı. Denizin içine kazık çakarlardı. Bende limanı seyrederdim, kenarda dinlenirdim. Vinç bir demir kazığın üzerine bir ağırlıkla yük vurur ve kazığı denize çakardı. Bende nefsimi vincin tokmağı ile demir kazığın arasına koyardım. Yukarıdan aşağı vinç tokmağıyla vururdum bir de bakardım ki nefsim hâlâ yanımdadır. ‘Yahu az önce vurdum seni, ne çabuk geldin yanıma’ derdim. Ben vururdum o gelirdi, ben vururdum o gelirdi. Bir gaflet zamanımı bulursa hemen beni denizin ortasına fırlatırdı.”

İşte benim rüyamı dolaylı şekilde böyle tabir eylemişti. Nefisle mücadele et demek isterdi. Allah rahmet etsin.
Nefisle mücadele etmek çok mühim. Nefis kendine yarar, dünyayı şirin gösterir. Gençlikte her şey şirin gelir. Haram tatlı gelir. Siz gençsiniz, inşallah bunlarla mücadele edip kazananlardan olursunuz.
İşte büyüklerin kelamları da büyük oluyor. “Beni bir boş bulsa, hemen denize fırlatırdı” diyor…